Av. Melis Sılacı Korkmaz & Av. Dr. Ural Aküzüm’ün Paylaşımlarıyla “Tahkim Anlaşmasının Üçüncü Kişilere Teşmili” Konulu Webinar Gerçekleşmiştir.

Av. Melis Sılacı Korkmaz & Av. Dr. Ural Aküzüm’ün Paylaşımlarıyla “Tahkim Anlaşmasının Üçüncü Kişilere Teşmili” Konulu Webinar Gerçekleşmiştir.

11 Kasım 2020 Çarşamba günü saat 15:00’te İstanbul Tahkim Derneği Genel Sekreteri Av. Melis Sılacı Korkmaz’ın ve Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Av. Ural Aküzüm’ün katılımıyla “Tahkim Anlaşmasının Üçüncü Kişilere Teşmili” konulu webinar Zoom platformu üzerinden gerçekleşmiştir.

Webinar notlarımız aşağıdaki gibidir.

Melis Sılacı Korkmaz:

Bilindiği gibi yabancı nitelikteki hakem kararlarının bir ülkede hüküm doğurması ancak tanınması ya da tenfizi ile söz konusu olabilmektedir. Bu da Türk hukukunda Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun (“MÖHUK”) ile New York Konvansiyonu’nda (“Konvansiyon”) düzenlenmektedir.

Türkiye’deki tenfiz yargılamalarında karşılaştığımız ana problem, aslında basit yargılama usulü ile bir-iki duruşmada hallolacak bir davanın senelerce sürüncemede kalmasıdır. Bunun nedeni ise, tahkimi kaybeden yani aleyhine tenfiz istenen tarafın, olaya uygulanabilirliğine bakmaksızın tüm tenfiz engellerini bir yığın olarak ileri sürmesidir. Bu durumun sonucu olarak her tenfiz yargılamasında tahkim anlaşması geçersiz mi, hakemler yetkisini aştı mı, karar kamu düzenini ihlal ediyor mu tartışılmaktadır, dosyalar bilirkişilere gönderilmektedir. Bu sefer neticede basit yargılama usulü ile ve revision au fond yasağı, yani esasa girme yasağı, kapsamında yapılması gereken tenfiz yargılamasının senelerce nihayete ermesini bekliyoruz. Dolayısıyla tenfiz talebinin reddi sebeplerinin Türk mahkemelerince nasıl yorumlanması gerektiği de Türk tahkim camiasında her daim gündemde olan meselelerden biri olmaya devam etmektedir.

Gerek MÖHUK gerekse Konvansiyon’da, yabancı hakem kararlarının tenfizi öncelikle taraflar arasında geçerli bir tahkim anlaşmasının bulunması şartına bağlanmıştır.  Bunun sebebi ise geçerli bir tahkim anlaşması, devlet yargısını tarafların iradesi ile bertaraf ettiğinden ve özel ve istisnai bir yargılama usulü olan tahkime gidebilme imkânı tanıdığından esasen tahkim yargılamasının özü ve hakemlerin yetkilerinin dayanağı olmasıdır. Yani geçerli bir tahkim anlaşması tahkimin olmazsa olmaz koşuludur. Latince deyimiyle tahkimin sine qua non şartı.

Ağustos ayında yayımlanan tez çalışmamda mevzuatta düzenlenen bu ilk tenfiz engelinin, yani tahkim anlaşmasının geçersizliği ve tarafların ehliyetsizliği meselesinin, ne şekilde anlaşılması gerektiği üzerinde durmaya çalıştım.

Bugünkü canlı yayında tahkim anlaşmasının nispiliği ve üçüncü kişilere teşmili konusu konulacaktır.

Ural Aküzüm:

Bildiğimiz gibi sözleşmeler hukukunun en temel ilkelerinden olan sözleşmenin nispiliği ilkesi.

Bu ilke şahısların ancak kendi iradeleri ile yaptıkları sözleşmeden doğan hakları talep edebileceği ve borçları ifaya zorlanabileceği anlamına geliyor.

Peki tahkim anlaşmaları bakımından nispilik prensibinin istisnaları neler?

Melis Sılacı Korkmaz:

Sözleşmenin nispiliği ilkesi tahkim anlaşmaları bakımından da şüphesiz söz konusudur. Ek olarak  hukuken kimse tâbi olduğu devlet mahkemesi haricinde bir merci önüne çıkmaya zorlanamayacağından ve aksi durum adil yargılanma hakkının da ihlali sayılacağından irade hususu tahkimde ayrıca bir önem taşımaktadır.

Evet tahkimin uluslararası ticari uyuşmazlıkların çözümünde artık hâkim bir yöntem haline geldiği doğrudur fakat bu durum tahkimin devlet mahkemelerine nazaran istisnai bir yargı yolu olduğu hususunu değiştirmiyor. Dolayısıyla kural olarak, tahkimin akdi olduğunu ve yalnızca anlaşmanın taraflarına yükümlülük yükleyeceğini, üçüncü kişileri bağlamayacağını söylemek doğru olacaktır.

Böyle olmakla birlikte, kimi istisnai hâllerde tahkim anlaşmasına taraf olmayan kimselerin de tahkim anlaşması ile bağlı kabul edilmesi ya da o anlaşmaya dayanabilmesi mümkün olabilmektedir. Buna milletlerarası tahkim hukuku lügatında da tahkim anlaşmasının üçüncü kişilere teşmili denmektedir.

Tahkim anlaşmasının üçüncü kişilere teşmiline imkan veren hallerden ilki Külli Halefiyet.

Külli halefiyette, mamelekin hak ve borçlarıyla bir bütün olarak intikal etmektedir. Bu sebepten ötürü ölüm, ticaret şirketlerinin birleşmesi gibi hâllerde mamelekin intikal ettiği üçüncü şahıs yani halefin tahkim iradesi bulunmasa dahi kanun gereği tahkim anlaşmasının tarafı hâline gelmektedir.  Burada kendiliğinden bir taraf olma hali söz konusudur ve  dolayısıyla doktrinde de bu konuda bir tartışma bulunmamaktadır.

Ama cüzî halefiyet’e gelecek olursak; örneğin tahkim anlaşmasına tâbi bir alacak devredildi, bu durumda devreden ile borçlu arasında yapılan tahkim anlaşması da devrin kapsamında sayılacak mıdır? Devralan tahkim anlaşmasının tarafı hâline gelecek midir?

Bu noktada özellikle alacağın temlikindeki teşmil meselesi benim tezimi yazarken de en çok üzerinde durduğum konulardan biridir, hatta bu konuyu seçme sebeplerimden de biri bu devirdeki ikircikli durumdur.

Alacağın devrinde teşmilin olup olmayacağı net bir şekilde cevaplanamamış bir soru olduğundan, tahkimde sorunlu bir meseledir.

Doktrinde bir grup görüş bu soruya evet cevabını vermektedir ve anlaşma yoksa devralan tahkim anlaşmasının tarafı hâline geleceğini ileri sürmektedirler.  Bu da esasen tahkim şartının alacağın ferî sayıldığı görüşüne dayandırılmaktadır. Nasıl feri sayılıyor diye sorarsak, özellikle Fransız doktrininde ve uygulamasında kabul gören bu görüşe göre tahkim şartı ile asıl sözleşme ayrılmaz bir ekonomik bağlılık içerisinde ve arasındaki bu bağlılık gereği devralanın iradesi devre konu alacağın kaynaklandığı sözleşmedeki tahkim şartını da içermektedir.  Türk hukukunda da Sayın Cemal Şanlı da bu görüştedir.

Benim de katıldığım diğer görüş ise, tahkim anlaşmasının alacağın feri olmadığını, bağımsız bir anlaşma olduğunu söyleyerek alacağın devriyle tahkim anlaşmasının teşmili olur diyen görüşe karşı çıkmaktadır. Bu ikinci görüşe göre alacağın devrinden bahsederken aslında hukuki ilişkinin kendisi değil, o ilişkide yer alan alacak üçüncü kişiye devredilmektedir. Bu sebeple Türk Borçlar Kanunu’da (“TBK) alacak devrinde borçlunun rızası aranmamıştır.

Öte yandan söyle bir senaryo hayal edelim; ciddi bir emek sonucu taraflar arasında bir sözleşme oluşturulmuş ve belki borçlu için anlaşmanın içindeki tahkim klozu da sözleşmenin çok önemli bir parçası. Belki tahkim klozunda hakemler dahi ismen seçildi, detaylı bir kloz oluşturuldu, asla mahkemeye gitmek istenmiyor. Sonra borçlu bir bakıyor ki, mahkemelerde dava açılmış. Ne oldu? Alacağı devralan mahkemeye gitmiş ben alacağı devraldım tahkim anlaşması beni bağlamaz diyor. Burada tahkim anlaşmasının üçüncü kişiye teşmil edilmeyeceğini söylersek alacaklı tahkimden kaçmak için alacağını devrederek, tahkim kapısını kapatabilecektir.

Öte yandan alacağın devriyle tahkim anlaşması devralana geçer dersek, o zaman da tahkimde belirleyici unsur olan taraf iradesini nereye kaldırmış olacağız. O halde tahkim anlaşmasının bağımsızlığı prensibine ne olacaktır? Tahkim anlaşmasının bağımsızlığı prensibi ışığında tahkim şartını alacağın ferî saymak çok mümkün değildir.

TBK’da alacak devrinde borçlunun rızası aranmayacağından bahsetmiştik. Bu durumun doğal bir sonucu olarak alacaklı alacağını devretmiş olmasına rağmen borçlunun bu devirden haberi dahi olmayabilir. Bu kez de hayal edelim ki borçlu spesifik olarak asıl sözleşmedeki alacaklıyla tahkime gitmeye irade göstermişti, devralan ile gitmek istemiyor. Ya da devralan açısından bakalım, alacak hakkını devraldı ama tahkime iradesi yok, tahkimle uğraşmak istemiyor. Burada salt bir hakkı devralana tahkime gitme zorunluluğunu da mı dayatacağız? Tahkimin istisnai niteliğini, titizlikle aranan irade unsurunu nereye kaldıracağız?  Açıkçası bu konuda benim de tereddütlerim var o yüzden ben kendimi ikinci görüşe daha yakın hissediyorum.

Özetle bu mesele doktrinde tartışmalıdır. İki görüşün de bu konuda çok sağlam olduğunu teslim etmek gerekir. Somut olayın özelliğine göre her iki görüşe de tutunmak mümkündür dolayısıyla bana göre bu soruya net bir cevap vermek çok mümkün veya doğru gözükmemektedir.

Verdiğim örneklerde hukuki ilişkinin tamamının tarafı değişseydi örneğin bir sözleşme devri olsaydı, burada diğer iki tarafın mutabakatı haricinde borçlunun da izni ya da onayı gerektiğinden devralan tahkim anlaşmasının tarafı haline gelmiştir dememiz mümkün olacaktır.  Zaten böyle bir senaryoda alacağın devrinden farklı olarak, devralan da sözleşmeyi tüm hak ve yükümlülükleri ile devralmaktadır. Dolayısıyla hem borçlu hem devralan bakımından bir tahkim iradesinin mevcut olduğu söylenebilmektedir fakat örneğin tahkim anlaşması müstakil olarak akdedilmiş ve devralan sözleşmeyi devraldığı sırada böyle bir tahkim anlaşmasının varlığından haberdar değilse, benim görüşüme göre devralanın tahkim iradesinin bulunmadığını söylemek doğru olacaktır.

Alacağın devri konusu ve tartışmalar özetle bu şekildedir.

Ural Aküzüm:

Uygulamada pek sık karşılaşılan hususlardan biri de, deniz ticaretinde genellikle yükü temsil eden konişmentoların devri hâli konusu.

Konişmentonun devrinde devralanın konişmentoda ya da yükün taşınmasına ilişkin sözleşmede, yani Charter Party’de yer alan tahkim şartıyla bağlı olur mu? Bu konuda teşmile nasıl bakıyorsun?

Melis Sılacı Korkmaz:

Şimdi bu durum gerçekten uygulamada çok sık karşılaşılan meselelerden biridir. Konişmentolarda yer alan tahkim şartlarını ikiye ayırarak bu konuyu açıklamak istiyorum.

Şöyle ki uygulamada ya (i) konişmento Charter Party hükümlerine atıf suretiyle tanzim edilmiş ve Charter Party bir tahkim şartı yer aldığına tanık oluyoruz. Ya da direkt (ii) konişmentonun arka yüzünde tahkim şartının da yer aldığı genel şartların derç edildiğini görmekteyiz.

İlk durumda yani konişmentoda atıf yapılan Charter Party’de bir tahkim şartı bulunması hâlinde geçerli bir tahkim anlaşması var mıdır? Evet vardır Milletlerarası Tahkim Kanunu (“MTK”) madde 4 buna cevaz vermektedir. MTK madde 4 açıkça tahkim şartı içeren bir belgeye asıl sözleşmenin parçası hâline getirme gayesiyle atıfta bulunulması halinde geçerli bir tahkim anlaşması yapılmış sayılacağını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Charter Party’ye yapılan atıf da geçerli bir tahkim anlaşmasının kurulması için yeterlidir.

Peki bir adım ileriye götürelim, bu tahkim şartı konişmentoyu devralan üçüncü kişi bakımından geçerli olacak mıdır? Burada bakılacak şey, bu üçüncü kişi konişmentoyu devralırken Charter Party’ye ulaşabilmiş midir, Charter Party’de yer alan tahkim şartının varlığından haberdar mıdır. Eğer bu soruların cevabı evetse tahkim anlaşması ile bağlı sayılmalıdır. Doktrininde çoğunluk bu görüşü kabul etmektedir.

Bu konuda Sayın Emre Esen’in çok detaylı bir doktora tezi bulunmaktadır. Esen, taraf iradesi konusunda biraz daha hassas davranmaktadır ve konişmentoyu devralanın tahkim şartından haberdar olması yeterli olmayacağı, ayrıca devralanın tahkim şartını kabul etmesi gerektiğini belirtmektedir.

Benim görüşüme göre, standart bir sözleşmenin ya da genel şartların uygulanmasını atıf yoluyla kabul eden tarafın, özellikle bir tacirin, söz konusu metinde yer alan kuralları ve dolayısıyla içindeki tahkim şartı bildiği ya da bilmesi gerektiği kabul edilmelidir. Dolayısıyla özellikle devralan tarafın tahkim şartını da kabul edip etmediğini ayrıca araştırmaya gerek yoktur. Nitekim Yargıtay’da benzer olaylarda verdiği birkaç kararında tahkim şartına atıfta bulunan konişmentoyu devralanının tahkim şartı ile bağlı olacağına hükmetmiştir.

Başta bahsettiğim ikinci duruma geçecek olursak, bazen de tahkim şartı doğrudan konişmentonun arkasına da yazılabilmektedir. Bu durumda konişmentonun arkasında bir takım genel şartlar yer almaktadır ve bunların içinde de bir adet tahkim şartı bulunmaktadır.

Burada teşmilden bahsetmek biraz daha kolay zira konişmentoyu devralanın esasen ciro esnasında arka yüzde yer alan tahkim şartından ya da tahkim şartının da yazılı olduğu genel şartlardan haberdar olduğu aşikardır. Dolayısıyla ciro esnasında tahkim şartına ilişkin özellikle bir çekince ileri sürülmemişse devralanın tahkim anlaşması ile bağlı olduğu söylenebilecektir. Bu hususa ilişkin olarak Yargıtay tahkim şartı ile bağlı olmak istemeyen tarafın tahkim şartının üzerini çizerek devralmalı aksi takdirde tahkime irade gösterdiğinin kabul edileceğini ifade etmiştir.

Ural Aküzüm:

Yine TTK’da düzenlenen Sigortacının Halefiyeti de teşmilin söz konusu olduğu hallerden biri TTKya göre.

Melis Sılacı Korkmaz:

Evet. Yani açmak gerekirse sigortalının zarar verene karşı sahip olduğu haklar arasında tahkim anlaşması bulunuyorsa, sigortalısının zararını gidererek ona halef olan sigortacı bu anlaşma ile bağlı olur mu? Burada zaten Türk Ticaret Kanunu (“TTK”) açıkça hüküm getirmiştir. TTK madde 1472 uyarınca sigorta tazminatının ödenmesi ile sigortacı hukuken sigortalının yerine geçecektir. Dolayısıyla burada sigortacının halefiyetinin tahkim anlaşmasını da kapsadığı külli halefiyette olduğu gibi gerek uygulamada gerekse doktrinde tartışmasız olarak kabul edilmektedir.

Konişmento ve sigortacı konusu hakkında benim de üniversitede dersini alma şansına eriştiğim Sayın Hocam Prof. Dr. Samim ÜNAN ile İSTA Yönetim Kurulu üyelerimizden Av. Moris Cem KASPİ’nin son derece detaylı bir yayını Youtube sayfamızda bulunmaktadır. Orada yük sigortacıları “yasal halef” olarak katıldıkları tahkim davalarında ne gibi sorunlarla karşılaşıyor? Yine konişmentoyu devralan üçüncü kişilerin karşılaştıkları sorunlar neler? Akdi taşıyan ile fiili taşıyanın farklı olduğu hallerde tahkim şartı uygulanabilir mi? Son derece detaylı ele alınmıştır.

İzleyicilerimize de bu konuda merak ettikleriniz ve daha fazlası için o videomuzu da izlemediyseniz izlemenizi öneririm.

Biz konumuza dönecek olursak, teşmili inceleyeceğimiz bir başka kurum ise kefalet sözleşmesidir.

Kefalet sözleşmesini de garanti sözleşmesi ve üçüncü kişi yararına sözleşmeyle birlikte değerlendirmek doğru olacaktır.

Bilindiği üzere kefalet sözleşmesi alacaklıya, borçlusunun malvarlığı dışında başvurabileceği bir malvarlığı tanımaktadır; kefilin malvarlığı. Bu sözleşme alacaklı ile kefil arasında yapılmaktadır. Yani asıl borç ilişkisinden ayrı bir sözleşmedir ve borçlu bu sözleşmenin tarafı değildir.

Kanun gereği kefil alacaklıya ödeme yaptığı nispette alacaklının haklarına halef hale gelmektedir, fakat halefiyet ile kefile geçen haklar arasında tahkim anlaşması var mıdır? Bence burada halefiyet gereği kefile geçen haklar salt alacak hakkı ile ferî haklar olduğundan, bağımsız nitelikteki tahkim anlaşmasına kefilin taraf olacağını söylemek mümkün değildir.

Kefilin tahkim anlaşması ile bağlı olacağı bir duruma örnek olarak kefilin taahhüdünün asıl sözleşmede yer alması hali ve tahkim şartı tüm tarafları kapsar şekilde akdedilmesi verilebilir. Bu durumda tahkim anlaşması kefili de kapsayacaktır.

Garanti sözleşmesinde ise kefaletten farklı olarak zaten direkt asıl borçtan bağımsız bir sözleşme söz konusudur. Bu sözleşmede ne üstleniliyor diye sorarsak ise garantör sadece borç konusu edim yerine getirilmezse bundan doğan zararın para olarak karşılayacağını taahhüt etmektedir. Bu itibarla alacaklının borçlu ile arasındaki tahkim anlaşmasını garantöre sirayet edeceğini söylemek mümkün değildir.

Peki üçüncü kişi yararına yapılan sözleşmede lehtar konumundaki kişi sözleşmedeki tahkim şartı ile bağlı olacak mıdır? Bu sorunun cevabı hayır olacaktır zira üçüncü kişi yararına sözleşme lehtara sadece hak sağlamaktadır. Dolayısıyla eğer lehtar üçüncü kişi açık veya zımni olarak tahkime irade göstermemişse ya da dürüstlük kuralı aksini gerektirmiyorsa üçüncü kişi yararına sözleşmede yer alan tahkim şartı ile bağlı değildir sonucuna ulaşıyoruz.

Ural Aküzüm:

Tahkim anlaşmasının üçüncü kişilere teşmil edip edemeyeceğinin gündeme geldiği son değineceğimiz konu ise Tüzel Kişilik Perdesinin Kaldırılması ve Dürüstlük Kuralı. 

Perdenin önündeki şirket ile alacaklı arasında akdedilen tahkim şartı, bu kurumun uygulanması ile sorumluluğuna gidilen perdenin arkasındaki şirketi bağlar mı?

Dürüstlük kuralı gereği üçüncü kişinin tahkim anlaşmasıyla bağlı tutulduğu haller neler?

Melis Sılacı Korkmaz:

Bu da son derece önemli ve uygulamada sıkça karşılaşılan bir konudur. Gerek Kıta Avrupası gerekse Anglosakson hukuku farklı terimlerle dürüstlük kuralının gerektirdiği hallerde tahkim anlaşmasının üçüncü kişilere teşmilini kabul etmektedir.

Girizgah yapacak olursak hepimizin bildiği gibi, kural olarak grup şirketlerinde yer alan her bir şirket aslında bağımsız ve ayrı bir tüzel kişidir. Dolayısıyla bir şirketin imzaladığı tahkim anlaşmasından diğer şirketi sorumlu tutmak mümkün değildir, ancak kimi durumlarda bu prensibin katı bir şekilde uygulanması hakkaniyetsiz durumlara sebebiyet vermektedir. Bu tip durumlarda dürüstlük kuralının bir yansıması olarak, tüzel kişi perdesinin aralanması ve perde arkasındaki şirketin sorumlu tutulması devreye girebilecektir.

Bu kurumun uygulanması ile sorumluluğuna gidilen perdenin arkasındaki şirketi paravan şirketle imzalanan tahkim şartı bağlar mı sorusuna gelince, burada tüzel kişilik perdesinin kaldırılması kurumunun amacına bakmak gerekecektir. Burada amaç nedir? Tüzel kişiliğin sorumluluktan kurtulma aracı olarak istismarını önlemek. Böyle olunca perdenin kaldırılması kurumunun uygulanmasıyla sorumluluğuna gidilen tüzel kişilik tahkim anlaşmasının tarafı hâline gelmeli demek lazımdır. Zaten esasen burada gerçek tahkim iradesi de perdenin arkasındaki şirkete aittir. Sadece şeklen paravan şirket taraf gösterilmiştir. Bu durumda herhangi bir uyuşmazlık halinde karşı tarafın muhatabı paravan şirkettir demek hakkaniyetle hiçbir şekilde örtüşmemektedir.

Bu konuda değinmek istediğim bir ICC yargılaması var. ICC Dow Chemical davası. Burada ICC, grup şirketlerinin bölünmez ekonomik bütünlüğüne değiniyor ve diyor ki grup şirketlerden yalnızca bazıları tahkim anlaşmasını imzalamışsa da, sözleşmenin kuruluşu, ifası veya feshinde rol oynayan ve sözleşmenin gerçek tarafı olarak hareket ilgili diğer grup şirketleri de tahkim anlaşmasıyla bağlıdır. ICC Dow Chemical davası bu konuda gerçekten doktrinin temel taşı olarak görülen bir davadır.

Yine bu konuda İsviçre Federal Mahkemesinin dürüstlük kuralının bir yansıması olan güven prensibine ilişkin önemli bir kararı bulunmaktadır. O olayda da ana şirket sözleşmenin tarafı izlenimi vermesine rağmen tahkim sözleşmesini yavru şirket imzalamıştır. Bir nevi ana şirket paravan olarak yavru şirketi kullanmıştır. Federal mahkeme güven prensibi gereği karşı tarafın ana şirketle sözleşme yaptığına ilişkin güveninin korunması gerektiğini ve ana şirketin davranışlarından ötürü tahkim anlaşmasına taraf olmaya ilişkin örtülü iradesinin varlığının kabul edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Dolayısıyla ana şirket tahkim anlaşmasının tarafı haline gelmiştir.

Yine Türk hukukunda da dürüstlük kuralı uyarınca bir kimse karşı taraf nezdinde güven uyandırdıktan sonra bu güveni boşa çıkaramaz, aksi hakkın kötüye kullanılması kabul edilmektedir. Dolayısıyla Federal mahkemenin kararı ile paralel olarak bizde de tahkim anlaşmasına taraf olduğuna ilişkin karşı yanda kanaat uyandıran üçüncü kişiye de tahkim anlaşmasının teşmilinden bahsedilebileceği doktrin ve uygulamada kabul edilmektedir.

Sürekli güven kanaat gibi soyut kavramlardan bahsettik, bu güven oluşturan davranışlar nelerdir peki? Yargıtay kararlarında örnek olarak, tahkim anlaşmasının ifası yönünde hakem atamak gibi hareketlere başlayan, görev belgesini imzalayan, cevap dilekçesinde itirazda bulunmayan tarafın tahkim anlaşmasına zımnen rıza gösterdiğini ve tahkim anlaşması ile bağlı olmadığını ileri sürmesinin hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiğini kabul etmektedir.

Bu konuda Anglosakson hukukunda da paralel bir uygulama bulunmaktadır. Onların bu konuda kullandıkları terim “Estoppel” Türk hukukundaki dürüstlük kuralına eş nitelikte bir kavramdır. Temelinde dürüstlük kuralının yattığı kabul edilen estoppel, bir kişinin, kendi tavır ve hareketi ya da konuşması gerektiği halde sessiz kalması yüzünden bir hakkı ileri sürmekten men edilmesi anlamına gelmektedir. Estoppel, dürüstlük kuralı kapsamında mütalâa edilerek, uluslararası hukukun genel bir prensibi kabul edilmektedir. Buna göre Anglosakson hukukunda da dürüstlük kuralına aykırı davranışlar çelişkili davranış yasağına takılmaktadır, tahkim anlaşmasının üçüncü kişiye sirayeti mümkün hale gelir denmektedir.

Özetlemek gerekirse aslında tüm hukuklarda öne çıkan ve sirayeti mümkün kılan husus dürüstlük kuralı çerçevesinde tahkim anlaşmasına şeklen taraf olmayan üçüncü kişinin tahkim iradesinin varlığından bahsedebiliyor muyuz noktasında toplanmaktadır.

Burada da iradenin var olup olmadığı bu kimsenin sözleşmeye taraf olma iradesini gösteren davranışlar ile ölçüyoruz. Eğer sözleşmeye şeklen taraf olmayan üçüncü kişi sözleşmenin müzakere sürecinde, edimin ifasında ve feshinde aktif olarak rol almışsa ve bu kişinin tahkim anlaşmasında iradesinin bulunduğu ve karşı tarafa anlaşmanın tarafı olduğu izlenimini oluşturduğu sonucuna varıyorsak, artık dürüstlük kuralı gereği bu kişiyi tahkim anlaşması ile bağlı kabul etmek gerekecektir.